Sıradan insanın öyküsü


IMG_4964-750x400.jpg

Kâmil Erdem’in öyküleri, kısa kısa anlatılan meramlardan, hızlıca geçiştirilen hallerin ardından şifa gibi geliyor okuyucunun ruhuna. Sanki senelerdir biri bunları kaleme alsa der gibi beklemişiz bu öyküleri…

Siz de öykünün çarpıcılığına vurulanlardan mısınız? ‘Iskalı Karnaval’ ve ‘Arzuda Bir Sapma’dan sonra beni en çok çarpan öykü toplamı oldu ‘Şu Yağmur Bir Yağsa’. Kâmil Erdem, üslup olarak zoru seçmiş, öyküler, cümlenin içindeki cümle, anlatımın içindeki anlatım olarak kurgulanmış. Metinler zor ama bir kez dikkat kesildikten sonra, tadından yenmez bir doyum sağlıyor okuyucuya. Kısa kısa anlatılan meramlardan sonra, ne de iyi geliyor ruha bir bilseniz. Satırları dolduranlar, neredeyse paragrafa varan koca koca cümleler… Eserde on bir öykü bir araya getirilmiş. ‘Ne anlatıyorlar’dan başka ‘neyi anlatmıyorlar’ diye sormak daha doğru. Savaş yok mesela içinde, büyük hayaller yok, zenginler, kötüler, acımasız kalpler yok. Mutluluk var da yok, para var da yok, aşk var da yok. Hayatın en yalın haliyle dile geldiği anlatılar. Seni, beni, kıyıda köşede kalmış insan hallerini, parasızlığı, çaresizliği, aşkı, yağmuru ve sıradan bir durumu betimleyen öyküler bunlar. Nereden başlasam?

“Komşu” var mesela. Siyasi eleştiriyi ve yaşamın kısırlığını göze sokmadan, tatlı tatlı bir ev hanımının ağzından anlatıyor. Hemen herkesin çevresinde olan çöreği, pastasıyla ünlü, antidepresanını midesinden eksik etmeyen bir hanımefendi. Kurabiyelere kendini adayarak şekil veriyor, kocasıyla öyle ahım şahım sohbetleri yok. Hayatı bir yerinden kaçırmış ve şimdi de çok geç kaldığının farkında. Erkeğin hükmüne girdiğinin, aslında bunun bunalımını yaşadığının idrakinde bir kadın. Bir erkeğe yeni isteklerle gittikçe, erkeklerin yeni çözüm yolları bularak, daha güçlü bir hâkimiyet peşinde olduklarını çoktan çözmüş: “Erkeklerle başa çıkmak için birkaç yol biliyorduk ama bu yollar sadece almak ve vermek üstüneydi. Bir giysi, bir sehpa takımı, bir yeni model televizyon alınmazsa surat asılırdı, uzun sürerse dayak yenirdi, sonunda huzuru geri getirmek için o nesne alınırdı.”

Aşk sakın ha taze elma şekeri olmasın?

Yarı kaçık bir esnafın dile geldiği “Bakkal” öyküsünde, sadece bakkalın biriktirdiği anılar tutulmamış zihinlerde, bir mahallenin 22 yıllık arşivi de saklanmış. Kendi dünyasında müzikle ve edebiyatla yaşayan, ilk zamanlar mahalleliyi ürküten bu bakkal, zamanla o mahallenin, parkı, kasabı, çocukları, dulları, geçimsiz kocaları, bir türlü tamamlanamayan yolu,  kaderci gelinleri gibi bir parçası oluvermiş. Yıllar sonra herkes büyüyüp yerine yenileri küçük olmuşken, bu mahallenin koca tarihini kime bırakacağını bilemiyor haliyle. Doğrudur, bakkallar o mahallenin tarihini de tutarlar çünkü alacaklı defterlerinde… Bu denli yalın ama doygun bir anlatımda bir umut beliriyor, diğer hemen her öyküsünde yaptığı gibi Kâmil Erdem’in. Parfümünde yasemin kokulu bir kadın alışverişe geliyor. “Bunca yıl sonra, diyor Bakkal, birini bekler olmak taze elma şekeri ya da portakal çiçeği kokuları gibi geliyor.” Peki, aşkın umudu ne yapar insana? Şöyle bir karar aldırıyor mesela: “ Demek ki yıllardan beri devlet büyüklerimiz tarafından gerek iç kaynaklardan temin edilmiş, gerek ithal edilen ve toptancıların stoklarında daima bulundurulması neredeyse zorunlu tutulan, uluslararası kalite belgesine sahip, jelâtine sarılı, etkin maddesi itaatkârlık ve boşvermişlik olan, her sabah üçer beşer tükettiğim bonbon iptilasından kurtulacağım, ısmarlayıp biriktirdiğim, kendi iç raflarıma istemeye istemeye yerleştirdiğim, arada çıkarıp kullandığım boşluk taşlarının ağırlığından kendimi azat etmem gerekecek.”

Hayat kayıtsız haller toplamı değil mi?

Hayatın kayda alınmayan yanlarıyla uğraştığı belli Kâmil Erdem’in. Bir ev kadınını anlatırken yapıp ettiğini, bir devrimciyi anlatırken de yapıyor, bir işsizi tasvir ederken de. Saptamaları, durup düşünüp hızlıca unuttuğumuz anları kapsıyor. Dolayısıyla içimiz sızlayarak okuduğumuz o daraltıcı anda bir gülümseme beliriyor ağzımızın kenarında. İş başvurusu için gittiği kurumda beklerken, geçmişi ve o anı anlatan adamın yanındayız “Kurum” öyküsünde. Paranın sabit hali kesilince kaybettiklerini anlatıyor, ezineden lor peynire, sevgiliden yavanlığa ve simite giden zorlu bir yol bu. O yolun kurum olan son durağında, başka başka işsizleri gözlüyoruz, amirine öfkelenen, sevgilisine sitem eden, hayatın bilumum yüküne göğüs geren kadın ve erkekler. Öykünün bu defaki kahramanından bir tespit geliyor aniden: “İşten atıldığımız gün, öğleden sonra saat beşte, midemizde keskin bir bıçak hissi ile yokuş yukarı otobüs durağına doğru yürüyorduk bulanık eski bir göğün altında. Aklımıza o bıçağı çıkarıp yalaka müdüre, sarhoş enişteye, şişko mali müşavire saplamak gelmemiştir de nereye yetişeceksek, geciken otobüsün şoförünü dövmek arzusuyla yetinmişizdir. Gece bir yerlerde cam kırılmıştır.”

“Kiracı”da çok sevdiği karısıyla sakin bir hayat süren, etliye sütlüye karışmayan bir editör çıkıyor karşımıza. Ev sahibi, dört yıldır oturdukları eve günün koşullarına göre zam yapmalarını isteyince, çok bağlandıkları, parkesini geçen sene değiştirdikleri, makul bir ücrete oturdukları evden ayrılmak zorunda kalacaklarını anlıyorlar. Ama işte umudu ırmağın asıl kolundan kopup, alakasız bir mekânda, alakasız bir zaman dilimi içinde ince bir sızıntı gibi ortaya çıkaran, yazar, burada da yapıyor yapacağını. Adeta çıkmayan candan umut kesilmez dercesine “benim düşüm yoksa, neye yararım?” diye soruyor.

İyi ki öyküler var

“Yağmur”, yine mütevazı bir yaşamın içinde soluk alıp veren bir adamın öyküsü. Bir hali anlatıyor bize. Bir iç daraltısını. Hani yağmur öncesi, ağır, basık bir hava vardır da insanın içinden hiçbir şey yapmak gelmez. Tez elden yağmur yağsa da şu içteki daraltı gidiverse diye düşünürüz. Öyle bir hal işte bu. Ancak 1945 doğumlu yazarın, kendine özgü, pişmiş, kim bilir ne zaman olgunlaşmış üslubuyla soğuk havalarda içimizi ısıtıp höpürdeterek yediğimiz sıcacık bir çorbaya benziyor öyküsü. Siyasetten muzdarip bir adamı lodosu da önüne katarak tasvir ediyor.  Umutsuz yollara değil, sevdiği kadın Filiz’e eğilimli, bir adamın hikâyesi bu.

Sistem eleştirisi de bol bol var öykülerinde Kâmil Erdem’in. Yağmur’daki şu uzun, insanı cezbeden cümle gibi: “Belki bir itiraf bulurum, kırmızı mürekkepli bir dolmakalem bulurum, tüm iktidar heveslilerinin altını çizerim, sendikaya girmek istediği için işten atılmış işçilerden sağlam tanıklar edinirim, Boşnak mahallesindeki kahve tezgâhları zabıtalarca toplanmış, her cümleye küfürle başlayıp ve sözlerinin ucunu küfürle bitiren kırmızı yüzlü işportacılarla pişpirik oynarım, masaya inen yumruklar eşliğinde üst üste pişti yaparım, şu yağmur bir yağsa.”

Gerçekteyim! Bu kitabı okurken notlar tutuyorum: Şu kar bir yağsa. Hayırsız bir savaşın yok ettiği masum ölülerimizin üzerini bir rahmetle örtse. Kana bulanmış toprağımıza bembeyaz bir yorgan gibi serilse. İçimizin harını, darını alıp götürse. Kırgınlıklarımıza, öfkelerimize soğuk nefesinden üflese. İnsandan umudunu çoktan kesmiş, köknarın, çınarın, çamın, kestanenin, söğüdün, kavağın, kış çiçeklerinin, yılgın toprağın, kayanın, dağın, inadına yeşeren çimenin üzerini bir kaplasa. Ah bir kaplasa. Öfkeden gözü dönmüş, insan sevmez, ağaç sevmez, iti, kediyi, kuşu, börtü böceği sevmezlere doğru bir serpiştirse taneciklerini. Ah bir yağsa…

Not: Kar yağdı. Hiçbir şey beklenildiği kadar değişmedi, her şey beklenmediği kadar aynı kaldı. İyi ki öyküler var…

Bu haber Ocak 2017 tarihinde Cumhuriyet Kitap ekinde yayımlanmıştır.